Bu Blogda Ara

9 Aralık 2010 Perşembe




Kız mı, erkek mi? Bahisleri açıyorum.

Sanırım bu ay ki kontrolde cinsiyeti de belli olacak.

Kız mı, erkek mi? Nasıl bişi? Kime benziyor, benzeyecek?
“Tırnaklarını nasıl keseceğim?” gibi basit; ya da çok daha ağır sorumlulukları içeren bir yığın soru.

Merak, heyecan,endişe, mutluluk…
Duyguların gidip gelmesinin tek sorumlusu HCG hormonu.
Duyguların dışında bulantıları geride bırakma çabası. Bugün ilaç almadım; kendimi deniyorum. Belki de o beni deniyor. Benim annem ne kadar dayanıklı diye :)


Tam üç aydır söylemek istediklerim var. İçimde bambaşka bir heyecan, heyecandan çok daha öte birşey var. Uzun zamandır evden çıkmadan oturuyorum, oturuyoruz. Aslında ben yatıyorum diyebilirim. Evet evet yatıyorum.

Bir nevi sarhoş gibi, iş yok, arkadaşlar yok, internet yok arada sırada bir iki telefon...
Aç mıyım, tok mu o bile belli değil!

Saatler, günler birbirine karışmış. Durağan ama klişe değil. Çünkü hayallerim var. Merak içindeyim. Evet hala ben bile inanamasam da bi bebek var karnımda.
Her şeyi var. Eli, kolu, bacağı, gözü, kalbi, elleri. Kıpır kıpır hareket halinde. Bir tek adı yok Şimdiden hem sabırsızım hem de sabırlı. Bir de şaşkınım!

Ben anne mi olacağım? İnanamıyorum.

Bazen bulantılar o kadar dayanılmaz ki hamile olduğumu unutturuyor sonra aklıma onu getirip mutlu oluyorum. Benimle olduğu için şükrediyorum. Ona şimdiden alıştım.

11 Eylül 2010 Cumartesi

Yaz bitmesin. İstemiyorum. Çizme, çorap, palto, atkı... Gelmeyin, hazır değilim.

Ben Havainas'larımla gayet mutluyum.

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Okuma Sıkıntısı

Depresyonda mıyım, diye durup baktım kendime... Hayır değildim.
Yaz rehaveti dedim. Olabilirdi... Uzun yıllar, sabah 9 akşam 6, çalıştıktan sonra hiçbir şey yapmamamanın şaşkınlığı mıydı? Belki de...



Kitapçılarda dolandım. Hiç uzak kalmadım.Üstelik, daha önce hiç sahip olmadığım kadar bol zamanım vardı. Herşey benim elimdeydi. Saatlerce okuyabilirdim. Ama olmadı. Elim hiçbir kitaba gitmedi. Tatile gitme hazırlığında ise, kitap olmazsa olmazımdı. Gidip hemen kendime yeni bir kitap edindim. Koca kitap, tek sayfa açmadan beni İstanbul’a kadar takip etse de gözüme giremedi. Şimdi evin bilmediğim bir köşesinde...

Bu bir hastalık mıydı? Writer’s Block benzeri bir okuma sıkıntısı yaşıyordum.
Can sıkıntısı gibi değildi bu. Sürekli hissetmediğiniz farklı zamanlarda dalga dalga gelen bir iç sıkıntısı... Ne pişmanlık, ne de suçluluk duygusu bambaşka birşey okuma sıkıntısı adı üstünde. Yaşamadan anlamanız zor.

Öyle bir kitap çıkmalıydı ki karşıma beni yeniden o dünyaya almalıydı. Yazma isteğimi kamçılamalı, beni sarsmalıydı. Okuma sıkıntımı unutturmalıydı. Hatırladığım kadarı ile okuduğum en son kitap Paul Auster’ın “Görünmeyen”iydi.

Kendimi yıllardır tek bir satır okumamış gibi yoksun hissediyordum. Dizüstü edebiyatı denen kitaplar, o an ihtiyacım olan değildi. Yusuf Atılgan, Herman Hesse gibi beni tam anlamıyla sarmalayacak bir yazara ihtiyacım vardı. Beni heyecanlandıracak birine...

Beyoğlu’na çıktığım o gün vitrinde duruyordu. O kitabı vitrinde görmeseydim yine o kitabevine girecektim biliyorum. Ama aynı şekilde keyif vermeyecekti içeride olmak. O kitabı almak için ilk nedenim yazarıydı. Kitabın ismi ikinci planda gördüğüm, daha sonra da ilgimi çeken kapağındaki görseldi. Tabi sonrasında içeri girip kitabı elime aldım. Arka kapağa baktım adettendir diye... Okuyup almamak gibi bir seçenek sunmamıştım kendime sadece heyecanımı biraz daha artırmaktı niyetim. Yazarın daha önce yayınlanan kitaplarını okuduğumdan iyi bir yapıtla karşılaşacağımı tahmin ediyordum. Yine de son zamanlarda bende baş gösteren bu okuma sıkıntısı durumundan korkuyordum.

Ya, bir daha hiç okuyamazsam! O bile değilse derdimin çaresi. Korkunun ecele faydası yoktu. Kitabı almak için kasaya yöneldim. Parasını nakit ödedim. Güzelce kraft kağıda sardılar. Kitabı okumadan önce sevmiştim. Hiç okumadan kitap sevilir mi demeyin; sevilir, ben severim. Eve gidip hemen okumadım. Birkaç gün geçmesini bekledim. Okuyamama korkum hala geçmemişti besbelli. Sonra yazarın okuduğum diğer kitaplarını düşündüm hiçbiri beni hayal kırıklığına uğratmamıştı. Bu kitabını okumanın da tüm sıkıntımı alacağına dair bir umudum vardı.

Şu an burada oturup kitabı anlatmayacağım size. Sadece arka kapağı paylaşabilirim.


Çünkü siz de okuyun, sevin istiyorum. Kitap beni nasıl sarstıysa sizi de öyle sarssın istiyorum. Bir kız çocuğunun gözünden tüm kötülükleri, iyilikleri daha önce görmediklerinizi, görmek istemeyeceklerinizi görün istiyorum. Okuma sıkıntımı geçirmekle kalmayan, beni heyecanlandıran bu kitabı hemen gidin alın istiyorum.





Hayatta bazen kirpiklerinizin gölgesinden başka sığınacak yeriniz kalmaz. Herkes kötülük yapar size. Bu böyle olmasına rağmen, orman, ağaçlar, sular, kuşlar, gökyüzü ne kadar güzeldi. “Sence hayatın en güzel yanı neresi?” diye sorarsanız bana, “Hepsi,” derdim size. Mutlu olmaya dair bir umudum var benim. Avlanan ceylanlar son ana kadar yaralı gövdeleriyle doğrulup koşup kaçmak, avcının elinden kurtulmak isterler. Yaparlar da bunu. Yaraları ne kadar ölümcül ve derin olursa olsun. Vurulup düştükleri yerden kalkıp kaçarlar. Öleceklerini anladıkları zaman gözyaşı döken bu hayvanların ölüme direnişine şaşarsınız. Yaşadığım şu hayatta, kirpiklerimin gölgesi kadar bir yerde bile hayat kalmadı bana. Bunları düşündüm ve sonra geri dönüp o fena şeyi yaptım. Annemi öldürdüm.














17 Haziran 2010 Perşembe

Yeni hayat...

Yeni eve taşınma...

12 yıllık iş hayatımda beklenmedik bir ara...

Hayatımdaki büyük değişikliklerin sebebi, gökyüzü hareketleri mi, evren mi, ben miyim?

Zaman zaman bunları düşünsem de olumsuz bir durum yok aslında...

Her zaman hayalini kurduğum şeyleri yapma zamanı.

Durup düşünürken bile birşey yapıyorum aslında...

En basitinden Arnavutköy -Kuruçeşme-Bebek yürüyüşleri sonrasında eve gitme ve tüm günün sadece bana ait olması fikri bile hayalini kurduğum birşeydi. Daha büyük hayallerim hedeflerim de var elbet... Şimdi sadece kendime zaman ayırdığım bir mola zamanı... Bir nevi biriktirme de diyebiliriz. Yazmak, yaratmak için birşeyler toplamalı ve ben bu dönemde onu yapacağım.

Seramik yapma ve evde böyle bir düzen kurmak ilk işim...
Belki yazma serüveni
Okumak konusunda şu an bir duraklama dönemi
Yemek yapmak
Pilates
Yoga
Etkinlikler
Sergiler
Belki bir yurtdışı tatili...

Kısa vadede yapmak istediklerim...

Blogu da ihmal etmemek lazım.

Edebi olmasa da yazmaya çalışıcağım. Tıpkı bugün gibi içten ve samimi.

18 Mart 2010 Perşembe

Aile olmak...





Aile: Anne, baba ve çocuktan oluşan toplumun en küçük yapı taşı.
Ve benim ailem, İsfendiyaroğlu ailesi.
Ben bu fotoğrafta 3,5 yaşlarımdayım sanırım.
Bu fotoğrafta ne kadar 3 kişi görünsek de aslında öyle değiliz.
Annem kardeşime tam olarak kaç aylık hamile bilmiyorum ama Özgem'de bu fotoğrafta bizimle...
Ben o sıralar,
kardeşimi nasıl bir heyecanla bekliyorum hatırlamıyorum. ama. Bugün annemin hissettiklerini anlamaya çalışıyorum. Aile olmanın nasıl bir duygu olabileceğini kafamda tartıyorum. Minik bir bebeği dünyaya getirmek, ona tüm sevgimi, ilgimi vermenin ne kadar güzel olabileceğini düşünüyorum. Anne olma, aile olma fikri, şimdiden burnumun direğini sızlatıyor.


Henüz plan aşamasındayken bile onun için birşeyler yapmanın heyecanını yaşıyorum. Sanırım biraz erken heyecanlanmaya başladım ama hayal kurmak bile bana fazlasıyla mutluluk veriyor.
Ben de ailemizin bir an önce 3 kişi olmasını istiyorum(uz).


Kokusunu şimdiden düşlemek, onun için yapabileceklerimizi düşünmek, plan yapmak güzel...


Bu şansa sahip olursak, hayatın daha güzel yanlarını görebileceğimize, aramıza katılan yeni birey veya bireylerle yaratıcılığımızın artacağına inanıyorum

12 yıllık iş yaşamımda zorunlu da olsa verdiğim bu ara da belki de ailemizi genişletmek için güzel bir fırsat olacak. Yeni evimize yavaş yavaş ısınırken ve gerçekten severken bu evde sevgimizi verebileceğimiz yeni birinin varlığını düşlemek bana huzur veriyor. Ona kendimce evin en güzel odasını ayırdım bile... Umarım en kısa zamanda sadece hayal olmaktan çıkacak bu mutluluğu tüm sevdiklerimizle de paylaşabiliriz. O anı hevesle ve heyecanla bekliyorum.










16 Mart 2010 Salı

Anılar cevap verebilir mi?



Birden ilham geldi tam resimlere bakarken.

Ne oldu bilmiyorum. Ölümü zaptedemedim...

Sevgiler biter, sevgiler yiter. Onlarla geçirdiğin günlerin zar zor seçilebilen parıltıları kalır geriye...


8 Haziran 1993

Nilüfer



Dün gece defterin geçti elime...
Geçti demek ne kadar doğru? Kendim bulup çıkardım.


Yazdıklarına kendimce anlamlar bulmaya çalıştım. Eski fotoğraflara, senin için yazılanlara baktım. Neden böyle olduğunu, neden sana olduğunu sorup durmuyorum artık kendime... Geçerli - geçersiz bir takım cevaplar olsa da... Hiçbir cevap değiştirmiyor gerçeği nasıl olsa.

Yarın, seni kaybettiğimiz günün yıl dönümü.

Koskoca 6 yıl geçmiş...

Seninle Beyoğlu'nda yürümeyeli
Oturup dertleşmeyeli
Kitapları, yazarları eleştirmeyeli
Karşılıklı şarap içmeyeli
İstanbul'u sokak sokak gezmeyeli
Beraber makyaj yapmayalı
O güzel sesini duymayalı
Sana sarılmayalı
Çok zaman geçti... Ve geçiyor da...

Yazdıklarından ipuçları kovalamaya çalışıyorum.
Hayata, sana dair... Ve sana olan özlemimi, gidermeye çalışıyorum yaşanılan anılarla...

Bazıları artık burada olmadığını söylese de, ben senin desteğini hissediyorum.
Güzel gülümsemenle, mutluluklarıma ortak olduğunu, hüzünlerimde beni teselli ettiğini biliyorum.

Yaşamın ne kadar kısa, kendi yarattığımız mutsuzlukların ne kadar anlamsız olduğunu hatırlatıyorsun. Bedenen yanımda olmasan da ruhun hala birşeyler öğretmeye devam ediyor bana...

Yarın, orada olduğuna inanamadığım "o yerde" buluşmak üzere..

11 Mart 2010 Perşembe

Beğenmek ya da beğenilmek... İşte bütün mesele!


Beğenilme duygusu ile yanıp tutuşuyoruz hepimiz.
Kimi zaman yaptığımız iş, kimi zaman dış görünüşümüz, kimi zaman söylediğimiz bir söz beğenilsin, takdir alsın istiyoruz.
Anne - babalarımız, arkadaşlarımız, dostlarımız, patronlarımız, hatta hiç tanımadıklarımız bizi beğensin diye uğraşıyoruz.

Peki nedir beğeni, beğenmek, beğenilmek?
1. İyi ve güzel bulunmak
2. Sevilmek, hoşa gitmek.


Aslında tüm çaba kendini sevdirmek üzerine... Bunu kadın- erkek istinasız yapıyoruz.
Kadınlar daha bir göze batıyor yaparken... Kendilerini beğensin istedikleri kişiye bunu direkt duyurmak yerine, lafı dolandırıp duruyorlar.

Sürekli bir ima etme isteği ve durumu.
O zaman da saçma sapan karakterler çıkıyor karşımıza.

Sırf adam beğensin diye hiç alakası olmayan işlerle ilgilenenler mi dersiniz, abartılı kıyafet ve makyajlarla ilgi çekmek isteyenler mi? Karşı tarafı sürekli soru yağmuruna tutup, tanımaya çalışanlar mı ?

Benim etrafımda çok var böyle kadın. Onları gözlemlemek keyifli olsa da, biri söylesin istiyorum. Beğenilme çabası, bu kadar göze sokulunca komik olunuyor.

Karşı taraf tepki vermiyorsa, ilgi göstermeye, kurcalamaya devam etmeyin.
Herkes beğenilme - kabul görme arzunuzun kat kat farkındayken, o adam hiçbir şey görmüyor olamaz değil mi?


3 Mart 2010 Çarşamba

Teşekkürler Babylon...


Caz vokal efsanesi Bobby McFerrin’in yetenekli oğlu Taylor McFerrin,"one-man show" kavramını yeniden tanımlayacak performansı ile dün akşam Babylon’daydı.

Yayınladığı ilk EP`si "Broken Vibes" ile uluslararası dikkatleri üzerine çeken Taylor, okyanusun bu tarafındaki radyo istasyonlarının tamamında; Benji B`den Gilles Peterson`a kadar herkesin takdirini ve desteğini kazanan. New York Nublu`da sıkça sahne alan Taylor, festivalin açılış partisinde Istanbul`daki ruh ikizi Bora Uzer ile beraber sahne aldı.

Solo kariyeri öncesinde Kangroove performanslarında da, beatbox ve break-beat`i Türk dinleyicilere tanıştıran Bora'nın Taylor`la gerçekleştirdiği ilk ve özel performans gerçekten görülmeye değerdi.

Beatbox ve breakbeat’i “Yetenek Sizsiniz” programlarından öğrenen Türk halkının da gerçek beatbox nedir, nasıl olur anlayıp sevmeleri içinse bu isimleri bir an önce hafızalarına kazımaları gerektiğini düşünüyorum.

Babylon’u özlemişim. Sigara yasağından dolayı görüş mesafem mi uzadı bilmiyorum. Onca kalabalığa rağmen bir ferah, rahat geldi. Müziğin büyüleyici hatta şaşırtıcı etkisi dışında, İlhan Erşahin’in samimi konuşması "her gün gelin" daveti. Garanti Jazz Yeşili, Babylon logoları dışında karanlıkta elmas gibi parlayan Taylor McFerrin’ın Apple’ı ilgimi çekti. Mc Ferrin ve Uzer’i dinlemeye gelen büyük bir yabancı kitle de göze çarpıyordu. Rahat, eğlenceli, müzik dolu, güzel bir Nublu Jazz Festival açılışıydı anlayacağınız.

Teşekkürler Babylon,

Herşey için…

26 Şubat 2010 Cuma

YENİ BAŞLAYANLAR İÇİN JAZZ

Ocak ayının başlarıydı sanırım. Sıradan bir Pazar akşamıydı.
Çocukluğumda annemin ütü yapıp, babamın maç seyrettiği ve benim ödevlerimin olduğu sıkıcı pazarlardan olmasa da sıradandı işte. Zapping yapıp boş boş kanallar arasında geziniyordum.

Sürekli seyrettiğim bir kanal olduğundan değil; daha önceden saçma bulduğum bir programa denk geldiğim ve bu saçmasapanlık beni eğlendirdiği için o gün de kanalda durmadan geçemedim.

Baktım kanalda genç bir kadın konuşuyor. Daha doğrusu konuşamıyor.

Rahat değil, heyecanlı belki. Üstelik farklı bir aksanı var.

Yönetmen olduğundan ve çektiği kısa filmden bahsediyor.

Filmin adı: Şampiyon Beşiktaş. Vedat Okyar’ın anısına yapılmış, hasta beşiktaşlı baba ile beşiktaşlı hasta oğlunun hikayesini anlatan filmden, filmin senaryosunu Vedat Özdemiroğlu’nun yazdığından bahsediliyor. Şirin Soysal’ın ilk kısa filmi değil, uzun metrajlı film çekme niyetinde buraya kadar herşey sıradan bir kültür sanat programı röportajından farksız. Şirin Soysal’ın konuşmasını ne kadar değişik konuşuyor diyerek izliyorum aslında.

Sonra birden konu Jazz’a geliyor. Aldığı eğitimden Jazz’a olan yeteneğini sonradan keşfettiğinden bahsediyor. Sonra bir şarkı giriyor. Sahnede o konuşamadığını düşündüğüm kadın; adeta şakıyor. Muhteşem bir sesi var. Ekranın karşısında donup kalıyorum. Adeta büyüleniyorum. Şu an şarkı neydi hatırlamıyorum. “

Love me or leave me” olabilir. Çok da emin değilim. Bir anda bitiveriyor.

Ama benim bu sesi tekrar dinlemem lazım. Myspace, google, youtube hiçbir yerde Şirin Soysal’ın sesinden bir iz bulamıyorum. En azından bir parça olsaydı diyorum. Kendisi ile ilgili daha önce yapılmış etkinliklere bilgilere ulaşıyorum.

Viyana doğumlu Şirin Soysal, Trinity College Dublin tiyatro mezunu. Dublin’de ayrıca sinema üzerine yüksek lisansını tamamladı. İstanbul’a döndüğünden beri, müzik dışında kısa film yazarlığı ve yönetmenliği ile uğraşıyor. Müzik yaşamına lise yıllarında Mustafa Yurdakul’dan şan dersleri alarak başlayan Şirin, çalışmalarına Randy Esen ve Sibel Köse gibi ustalarla devam ediyor.

Ve en sonunda dün, o güzel sesi dinleme imkanı buluyorum. Şanslıyım. Arnavutköy’ün Jazz mekanı Eylül’deyiz.

Nina Simone’dan Love me or leave me, Stranger, Liber Tango hatta Amy Winehouse’dan parçaları kendilerine has yorumları ile Sirin Soysal ve grubu karşımda…

Nisan ayında Nardis Jazz Club’ta çıkıcak olan sanatçıyı herkesin en azından bir kere dinlemesini istiyorum. Türkiye’de de kaliteli müzik yapılıyor ve seviliyor.

Şirin Soysal’ın müziği ve sesi sizi program boyunca olduğunuz yerden alıp uzaklara taşıyabiliyor. Jazz müzik sevmiyorum diyenlerdenseniz bile, Şirin Soysal’ın Jazz’a güzel bir giriş yaptıracağına eminim.

Gözlerinizi kapayın ya da daha çok açın farketmez.

Kendinizi Jazz’ın kollarına bırakın yeter.



25 Şubat 2010 Perşembe

Tatlı Carey ödülleri topluyor...


Carey Hannah Mulligan 28 Mayıs 1985 İngiliz oyuncu.

An Education (2009) filmindeki Jenny rolü ile tanındı.

Son zamanlarda ilgi odağı olan Carey Mulligan ounculuğu bir yana stili ve şirinliği ile de tüm ödülleri toplamaya hak ediyor.

BAFTA En iyi aktirist 2010

ELLE Style Awards 2010

ve daha gelecek birçok ödül...


Filmler:

Halk Düşmanları, Public Enemies, 2009, Oyuncu

Brothers, Brothers, 2009, Oyuncu

Aşk Dersi, An Education, 2009, Oyuncu

Aşk ve Gurur, Pride and Prejudice, 2005, Oyuncu

24 Şubat 2010 Çarşamba

AŞK DERSİ / AN EDUCATION

İyi bir evlat ol, iyi birey ol, iyi anne – baba ol, iyi evlat yetiştir…
Bu böyle sürüp gider...

Peki, neye göre, kime göre iyi olmak gerekir.
Hep başkalarına dayatmaya çalıştığımız doğrular,
bize öğretilenler, “doğru” olmak zorunda mı?


Uzun zaman sonra izleme fırsatı bulduğum Aşk Dersi, 60’lı yıllarda Londra’da geçiyor. 1950’li ve 1960’lı yıllara duyduğum hayranlık yüzünden film daha ilk sahnelerde beni fethetmeyi başardı diyebilirim.

Filmin önemli karakteri Carey Mulligan’ın canlandırdığı, 18’ine henüz girmemiş, zeki ve çalışkan bir öğrenci olan Jenny, daha özgür bir hayatın hayallerini kuran, Fransa hayranlığıyla yaşayan bir genç kızdır ve filmde olaylar onun etrafında döner. Jenny tutkulu, meraklı, cesur ve atak bir karakter.

Jenny’nin anne ve babası ise kızları için en iyisini isteyen ama “en iyisi”nin ne olduğunu kendilerinin de bilmedikleri aşikar olan klasik anne ve babalardan. Kızlarının geleceğinin iyi bir eğitimden geçtiğine inanan ve bu uğurda ipleri elden bırakmayan aile birdenbire ortaya çıkan David karakteri ile ne yaptıklarını unutuveriyor.


Yani David sadece Jenny’nin değil, anne ve babasının da başını döndürüyor. Jenny’nin Oxford’a gidip ve başarılı bir genç kadın olmasını isteyen baba, kızının kendinden yaşça epey büyük bir erkek arkadaş bulup, zengin ve gelecek vaadeden biri olarak gördüğü David’e güvenerek kızını hiç düşünmeden bu adama teslim edebiliyor.

Doğrular, yanlışlar, yaşam bize dayatılanlar üzerine durup düşünmemizi sağlayan film; aslında beklediğim kadar derinlikte bir senaryoya sahip değil. Jenny’i oynayan Carey Mulligan ve diğer oyunculuklar takdire değer.

Bir genç kızın istekleri hissettikleri, hırsları, o dönemin romantizmi çok iyi bir şekilde yansıtılmış. 60’ların İngilteresini dekor ve müziklerle adeta yaşatan film. Kostümleri, romantik Paris görüntüleri ile benim kalbimi çaldı. Jenny’nin hayallerini destekleyen müzikleri de Melody Gardot, Billy Furry gibi caz ve pop sanatçılarını dinleterek bizi o zamanın İngilteresine alıp götürüveriyor.

Oscar adaylığı sayesinde vizyona giren aynı zamanda IF İstanbul'da filmleri arasında yer alan Aşk Dersi, çok hareketli bir film olmasa da dönemi iyi yansıtan görüntüleriyle, başarılı oyunculuklarıyla, özellikle hem cinslerime tavsiye edeceğim keyif veren bir film.


Tür: Dram / İngiltere / 2009
Yönetmen : Lone Scherfig
Senaryo : Lynn Barber , Nick Hornby
Görüntü Yönetmeni : John de Borman
Müzik : Paul Englishby
Oyuncular: Emma Thompson (Müdire) , Peter Sarsgaard (David) ,
Alfred Molina (Jack) , Rosamund Pike (Helen), Dominic Cooper (Danny)
Olivia Williams (Miss Stubbs) , Carey Mulligan (Jenny)


18 Şubat 2010 Perşembe

Kuş

Yazmak istiyorum.
Farklı birşeyler yapmak istiyorum.
Konuşmak için başka başka insanlar istiyorum. Geçmişten gelen ya da hiç tanımadığım yüzler.
Kahve etkisinde bir zihin yoğunluğu var. Kafamın içine doluşan kelimeler çıkabilmek için benden bir işaret bekliyorlar. Çıkmak için sessiz çığlıklar atıyorlar derinden.
Ne olursa, yaz bizi diyorlar. Öykü olmak, dize olmak şart değil. Çıkmak gerek buralardan. Gitmek uzaklara...
Onlar da başka insanlar tanımak istiyorlar. Daha önce duymadıkları bir melodi eşliğinde, bilmedikleri bir zihine girip çıkmak niyetleri...
Dün kuş yaptım. Seramik bir güvercin. Onun canı olmak, uçmak istiyorum.



Sabah evden çıkarken, 11 yıldır her sabah, girip her akşam çıktığım işyerinin kapısında da durup aynı şeyi düşündüm:
Acaba bu taş kesilmiş kuşa can verebilir mi?

Ben,
biri
ya da
birileri...








28 Ocak 2010 Perşembe

2010'dan ya da benden istediklerim...

2010 alışamadım ben hala sana...

Senden istediklerim sen gelmeden çoktan girmişlerdi sıraya.
Doyumsuz ruhum hep daha çok istedi, istiyor...

İşte senden istediğim "daha çok"lar
Daha çok film izlemek.
Daha çok okumak.
Filmler hakkında ve herşey hakkında daha çok yazmak.
Daha çok insanla bir araya gelmek. Hep arayacağım, görüşeceğim dediklerime zaman ayırabilmek.
Daha çok eğlenmek.
Daha çok dansetmek.
Daha çok gülmek.
Mavi Daktilo'ya daha çok yazmak.
Daha çok seramik yapmak.
Daha çok huzurlu olmak.
Daha çok seyahat
Devam etsin istediklerim...
Raw beslenme
Aşk
Heyecan
Mutluluk
Yazma isteğim
Ve yepyeni başlangıçlar
Fotoğraf çekmeye başlamak. Bi ben eksiğim:)
Ama ben fotoğrafları facebook sayfam için değil. Kendi öykülerim için kullanacağım. Bunun için ilk iş fotoğraf makinesi almam şart.
Miyop gözlerimin çaresi, gözlüklerime kavuşmak.
Seramik için bir blog açmak. Bu da fotoğraf makinesine bağlı gibi...
Spor yapmak için zaman yaratmak.
Araba kullanmak için heves etmesem de, ehliyetimi gidip almak.
Kariyer mi, çocuk mu yoksa her ikisi de mi sorularına cevap bulmak.
Peki kaç çocuk ?




"Belli belirsiz dilekler"

Sus - pus

Seninle birlikte ben de susturmuşum kendimi.
Belki de hapsettim söylenecek sözleri...
Şimdi ise kararsızım.
Söylenmişleri tekrarlamak kadar yoramaz hiçbir şey beni.