
Herkes kartlarını açmak yerine, ortalığa saçtı.
Bir çocuk kadar masum olan “Oyun”, tanımadığı birileri tarafından hırpalanmış namussuz bir kadın gibi ortada yığıldı kaldı.
Henüz “Oyun”başlamadan, kadın tüm çıplaklığı ile sımsıkı sarılmaya hazırdı.
Belki de hayata sadece böyle tutanabileceğini düşünmüştü.
Ah benim, aptal kafam!
Oysa ilk başlarda herşey, çok sevdiği bir müziği saatlerce dinlemek gibi keyif veriyordu.
Bozcaada’da olmak isterdi. Saatlerce susmak ve durmak.
"Polente"ye yaslanıp sadece gözlerine bakmak, uzun uzun öpmek isterdi. Kimbilir kekik kokularının arasında sadece ona ait bir koku gelip burnunu buluverirdi. Üstelik onun için tek yapabildiği buydu.
Belki de aşk sandığı, çoktan ölmüş bir cenindi.
Dudaklarından dökülen sözcüklerin canını acıtacağını hiç düşünmemişti.
Onun ağzından çıkan basit bir dilbilgisi kuralı bile kulağına fazlası ile şiirsel gelmişti.
Şiirin de can acıtacağı kadın tarafından hiç hesaba katılmamıştı ki...
Daha fazla çay içmenin de alemi yoktu.
Zaten çay sevmezdi...
Fotoğraflar: Zuhal Kocan, Rengim Mütevellioğlu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder